Kim ve Altarriba |
Bu röportaj 2016
yılında dBD dergisi tarafından yapıldı. İçerik %80 civarında çevrildi.
ANTONIO ALTARRIBA RÖPORTAJI
Antonio Altarriba ile
röportajımızda Uçma Sanatı ve Hep Kırıktı Bir Kanadı albümlerinin ortaya çıkışından bahsedeceğiz.
Franko İspanya’sında kadınların söz hakkı olmadığını biliyoruz.
Petra’nın hikayesinde Uçma Sanatındaki gibi birinci tekil şahsın uzun bir
monoloğu gibi yazmayı tercih etmemenizin sebebi bu mu?
Uçma Sanatını yazmaya başladığımda bir çıkmaza girdim. Nasıl
bir anlatım tarzı izleyeceğime karar veremiyordum. Üçüncü şahıs olarak babamdan
bahsetmeye başladım. Fakat sonradan kendi sesimle babamınkini birbirine
karıştırıp birinci tekil şahsın ağzından anlatmaya başladığımda hikaye
istediğim akıcılığa kavuştu. Hep Kırıktı Bir Kanadı albümünde ise daha başında annemin
ağzından konuşamayacağımı biliyordum. Yaşamında olup bitenleri anlatabilirdim
ama olanları bir kadın gibi görmek, hissetmek, düşünmek ve anlatmak sanılandan
çok daha komplike bir iş.
Albümün her bölümüne bir erkeğin ismi verilmiş. Bu tercih kadınların
erkeklerin gölgesinde yaşadığına mı gönderme yapıyor?
Uçma Sanatıyla paralelliği olmasını istiyordum. Orada da 4
bölüm vardı ve hepsi babamın hayatındaki apayrı dönemleri yansıtıyordu. Annemi
de aynı şekilde anlattım. Ama Uçma Sanatında babamın intiharla sonlanan düşüş
aşamaları söz konusu iken, burada annemin hayatında ağırlığı olan erkek
figürlerine göre ayırmak daha anlamlı geldi.
Albümün açılış sahnesinin annenizin bir kolunun neredeyse doğduğundan
beri paralize olduğunu yıllar sonra fark edişiniz olmasına nasıl karar verdiniz?
Yıllarca annemle bu kadar yakın bir yaşam sürmeme karşın 46
yıl sonra kolunu oynatamadığını fark etmem şaşırtıcı bir durum..! Onca yıl
hiçbir şey anlamamışım. Ama bu sayede annem hakkında aslında doğru dürüst
hiçbir şey bilmediğimi, bildiğimi sandıklarımın da gerçeği temsil etmediğini
anladım. Uçma Sanatı’nda da sondan başlamıştım, burada da paralellik olsun
istedim.
İkisi birbirinden çok farklıydı. Babamı yazarken daha fazla
üzüldüm. Senaryoyu hemen intiharından sonra yazmaya başlamamın da etkisi var.
Aslında bir ÇR senaryosundan çok daha fazlasıydı benim için. Suçluluk hissinden
kurtulmak, kendi kendini tedavi etmek gibi bir süreçti. Bazen kendimi o kadar
kötü hissediyordum ki, yazmaya ara verdiğimi hatırlıyorum. Annemi yazarken ise
duygusal açıdan daha pozitif bir halet-i ruhiyem vardı. Sebebi ne olabilir? Bir
kere annem yazmaya başladıktan çok önce vefat etmişti. Ve tabii ki annemin
ölümü babamınki kadar dramatik değildi. Fakat yine de insan bir duygu
fırtınasının içine giriyor. Mesela Uçma Sanatında annem derinliği olmayan bir
karakter olarak yer almıştı. Aslında Hep Kırıktı Bir Kanadı albümünü yazma sebeplerimden
biri de bu açıdan ona haksızlık ettiği düşünmemdi. Yazdıkça annemi daha iyi anladım. Dine olan
bağlılığı, tüm yaşamı boyunca zihninden eksik olmayan terk edilmişlik duygusu
ve babasının yaşattığı korkunç reddedilme durumu. Bu duyguları paylaşmış oldum.
Uçma Sanatını yazmaya başladığımda babamı kahraman olarak
görüyordum. Her sonbahar yanına gittiği arkadaşlarının anlattığı hikayeleri
falan düşündüğümde çok mücadeleci bir insan imajı vardı kafamda. Yazdıktan
sonra buna benzer duygularım devam
ediyor. Fakat annemi yazdıktan sonra ona eskisinden çok daha fazla saygı
duyduğumu söylemeliyim.
Araştırmalarınız sonunda General Bautista’nın Franko’nun emriyle
öldürüldüğünü düşünüyorsunuz. O dönemin İspanya’sında Bautista’nın rolünün
büyük olduğu gözüküyor. Tam olarak nasıl bir insandı?
İspanyol ordusu kraliyetçi bir eğilime sahipti. Ölümünü
şüpheli görüyorum. Sanıldığı gibi İspanyol ordusu toptan Frankocu değildi. Onun
içinde de fraksiyonlar vardı. Franko’nun kendine veliaht belirleme yetkisi
veren bir kanun çıkartması kraliyetçi kesimin kabul edebileceği bir şey
değildi. Artık İspanyol İç Savaşının ardından
80 yıl geçti. Ama bu konular hala konuşulmuyor. Askeri arşivlerin açılması
isteniyor. Ama bence baskıyla ilgili fazla belge çıkmayacak.
Aileler Franko dönemini kendi aralarında konuşur muydu ?
Hayır. Çocukluğumu düşündüğümde bir suskunluk ve gizlilik
paktı var gibiydi. Korku hakimdi. Ölümünden 4-5 ay önce bile Franko’nun 8 idam
kararı verdiğini unutmayalım. Dolayısıyla bilhassa 1950 ve 1960’lı yıllarda
günlük hayata dair yazılanlar çok sınırlı. Kim, fazla kaynak olmamasına karşın dönemi
canlandırırken çok iyi iş çıkardı. İnsanların birbirine TV seyretmeye gitmesi
ya da resmi ağızlardan “Büyük İspanya !” sloganları yükselirken halkın sefalet
içinde yaşaması aynen albümde yansıtıldı.
Annenizin hayatını anlatırken yanında büyüdüğünüz için daha avantajlıydınız herhalde?
Aslında annem hiçbir şey anlatmazdı. Bunun ona has olduğunu
düşünmüyorum aslında kadınlarda bu var. Günlük hayatta yaşadıklarından pek
bahsetmiyorlar. Erkekler İspanyol İç Savaşında katıldıkları çarpışmalardan
bahsetmeyi severken, kadınlar daha muhafazakar bir tavra sahipti ve hep akşam
ailelerinin önüne yiyecek bir şeyler koyabilmek için uğraşırdı. Mesela evi
boşaltmak zorunda kaldığımızda babam daha intikamcı bir tavırla kendisini
aldatanı öldürmeyi düşünürken, annem başımızı sokacak yeni bir ev bulmaya konsantre
olmuştu.
Hiç olmadı. Aslında şartlar ağırdı. Pencereyi bırak, şebeke
suyu bile yoktu o depoda. Ama çok da kafaya takmadım. Zaten sadece dört yıl
yaşamak zorunda kaldık orada (1969-1973). Ben 17-18 yaşındaydım, arkadaş grubum
vardı ve evde çok vakit geçirmezdim. Tabii kendimi çok kötü hissetmememde
annemin olumlu tavrının da etkisi vardır.
Kendi otobiyografinizi de yazmayı düşünüyor musunuz?
(Gülümser).Eğer 15 sene önce karşılaşmış olsaydık, asla
ailemi yazmayacağımı söylerdim. Halbuki şimdi bu konuda ÇRlar ve romanlar
yazdım. Aslında bunda babamın trajik ölümü çok etkili oldu. Onu yazarak
yaşadıklarının rövanşını alıyordum sanki, kendi kendime terapi gibi oldu.
Kesinlikle. Ben de Uçma Sanatını yazarken bunun farkına
vardım . Fransa kelimesinin benim hayatımda çok önemli bir yeri var. Babam bir
süre Fransa’da Cumhuriyetçi İspanyollarla yaşadı. 1936 yılında Franko’ya karşı
mücadele etmek için İspanya’ya döndü. Sonra da sık sık gidip geldi. Fransızca
öğrendi. Bana da daha çocukken öğretmeye başladı. Sonra beni arkadaşlarının
yanına Fransa’ya gönderdi. 11-13 yaşlarımda oradaki kültürel ortamdan o kadar
çok etkilendim ki, bugün dahi Fransız edebiyatını İspanyol edebiyatından daha
iyi bilirim. Mesela hala sakladığım bir Tenten albümü var. Kastafiore’nin
mücevherleri macerası. 1963 yılında babamın arkadaşlarından biri vermişti.
Gelecek projeleriniz neler?
Bir “Ben” Üçlemesi yapacağım. “Suikastçi Benim” zaten
çıktı. Sırada “Deli Benim” ve “Yalancı Benim” albümleri var. Bunlar karanlık
hikayeler olacak ve eleştirel, suçlayıcı bir dil kullanacağım. “Ben Deliyim” albümünde
ilaçlarını daha fazla pazarlayabilmek için yeni yeni zihinsel hastalıklar icat
edip duran ilaç endüstrisini anlatacağım. “Ben Yalancıyım”da ise medya
manipülasyonları konu edilecek.