Fable Ameres de Tout Petit Rien
Senarist: Christophe Chabouté
Resimleyen: Christophe Chabouté
98s / siyah-beyaz / 2010
Füsun Önal bir kitap yazmıştı vaktiyle. Aziz
Nesin’le ahbaplığı olduğu için önce onun fikrini istemiş. O da okuduktan sonra beğendiğini
söyleyerek kendi bulduğu ismi önermiş: “Aslında Hüzündü Hepsinin Yaşadığı”. Chaboute’nin
bu albümünde hayatın içinde ufak tefek gözüken ya da önemsizmiş gibi geçiştirme
eğiliminde olduğumuz ama kalbimizi kıran, gönlümüzü yoran, biriktikçe ruhumuzu
yaralayan, yani üzerimizde sandığımızdan çok daha derin etkisi olan küçük
kırgınlıklarla bezenmiş fragmanlarla karşılaşıyoruz. ÇRa uyarlanmış bir kısa
film derlemesine de benzetiyorum bu albümü. Özellikle BBC’nin 10 Minute Tales
diye bir kısa film serisi vardı, bana onu hatırlattı biraz.
Senarist ve resimleyen Chabouté. Benim için apayrı bir yeri
olan, işlerini takip ettiğim birkaç çizgiroman sanatçısından biri. Türk
okuyucusuyla ilk kez Çizgi Düşlerin yayınladığı “Ateş Yakmak” çizgiromanıyla
buluşmuş olsa da (o da muhtemelen Jack London ismi sayesinde yayınlandı), hakkında
yeterince konuşulmamış bir sanatçı. Hassas bir adam olduğu yazdıklarından belli.
Albümlerinde duygusal iklimler yoğun olarak hissedilir. Çizgiromanın karelerini
kamera hareketini planlar gibi usta bir yönetmen yaklaşımıyla kullanır. Uzun
konuşma balonlarını tercih etmez. Anlatımı sözden çok resme yaslar. Böylece hep
akıcı hikayeler ortaya çıkar. Genelde siyah-beyaz çalışmayı sever. Hatta zamanında
Ateş Yakmak çizgiromanı için tam sizin siyah-beyaz tarzınıza uygun bir albüm
olmasına karşın niye renkli çalışmayı seçtiniz dediklerinde ateşi mutlaka
kırmızıyla vermek istediği için siyah-beyaz çalışmadığını söylemişti. Chabouté
tüm eserlerinin Türkçe yayınlanmasını hak eden komple bir sanatçı. Aklımda uzun
zamandır sadece onun hakkında kapsamlı bir yazı paylaşmak var. İnşallah
ileride.
Eskiden Anadolu’da depresyona “gönül yorgunluğuı” derlermiş.
Ne güzel bir tanım. Albümde 11 tane kısa hikaye var. Çok farklı konularda ve
ortamlarda yaşadığımız burukluklara şahitlik ediyoruz. Gönül yorgunluğuna
götüren önyargılar, düşüncesizlikler, kabalıklar, sorgulamalar ve gücenikliklerimiz
bir bir karelere taşınmış. Modern yaşamın insanı makineleşmeye zorlayan hızına
ayak uydurmaya çalışırken yavaş yavaş ikinci plana atılan insani inceliklerin
altı çizilmiş.
Metni az ama
anlamı okkalı, kolay okunan fakat uçup gitmeyen bir çalışma. Okudukça kendi
yaşamınızdan eşanlamlı sahneler beliriyor zihninizde. Katilimiz olmuş
kanıksanmışlıklar sanık oluveriyor sayfalarda. Ardında iz bırakan ama hiç
yormayan şiir gibi bir akış.
HİKAYELER
Küçük bir kız çocuğu. Heves eder, anne ve babasına kahvaltı
hazırlar. Odalarına girince babası suratına bakmadan “Bugün Pazar odana git de
uyuyalım!” Diye tersleyince başını elindeki tepsiye eğerek çıkar. Hiç farkında
olmadan büyük hayal kırıklıklarına sebep olmak. Var mı bunun bir çaresi? Mümkün
mü böyle bir sürekli uyanıklık hali?
Markette durmadan konuşan anlayışsız bir kadın, bir önceki
gün babasını kaybetmiş kasiyere işini nasıl yapması gerektiği ve bir gülümsemeyi
bile beceremediği konusunda söylenir durur. Günümüzün vazgeçilmezi marketlerde
çok tanık oluyorum düşüncesiz hırt hareketlere. Bazen belli ki gelen vurmuş
giden vurmuş koca koca herifler kasadaki kızların önünde hakkını yedirmez
“süper vatandaşlara” dönüşüveriyorlar. Aman Allahım o nasıl bir dik duruştur!
Hele bir de yanlarında eşleri falan varsa hepten kahramanlaşıyor bu tipler. Ya
da yıllardır akşam yemeğini yetiştirememekten daha büyük bir risk almamış cahil
cadalozlar yarı yaşındaki kızlara çemkirmek için bahane arayabiliyor. Daha da
kötüsü yaşıtı kızlara sırf müşteri statüsünde olduğu için prenses edasıyla
yukarıdan bakan zavallıların sayısı da az değil. Fakat romantizme kapılmamak
lazım hemen. Bunun tersi de mevcut. Kibar kibar alışverişini yapan sessiz sakin
insanlara “niye geldin ki” muamelesi çeken, aldıklarını neredeyse kafalarına
atan eli saçında gözü telinde terliksi çalışanlar da yok değil. Bu cennet bu
cehennem bizim diyor ya şair. Öyle bir “cennehem” burası işte.
Bilgisayarda sohbet eden genç bir erkekle yaşlı bir kadının ekran
üzerinden mesajları inanılmaz anlayışlı, fedakar ve kibar olurken, sokakta kim
olduklarından habersiz karşılaştıklarında birbirlerine kaba saba davranırlar. Dördüncü
boyut zamansa, beşinci boyut “durmadan farklı kombinasyonlar sunan şartlar”
olabilir mi? Farklı şartlar altında insanlar birbirine bu kadar mı farklı
davranır? Bu kadar mı bambaşka kişiliklere bürünür insan dediğimiz mahlukat? Andersen’in
“Silver Shilling” hikayesi şartlara göre kıymet değişimini ne güzel anlatır.
Günümüzün güncel konularından biri de göç. Göçmenin vatanı neresi olur bilmem ama bayrağı
“özlem” olur gittiği her diyarda. Putlaşır insanın zihninde yaşadığı en berbat
günler bile. Geçmişe koşar göçmenin saati. Sokakları temizlediği süpürgesinin
sapı bile, evi bellediği çöldeki çadırlarının direklerini fısıldar kentin
ortasında. Bu da öyle bir hikaye işte.
Evlerinin aydınlatmasını hangi renk yapacaklarını ve bunun
duvarların rengiyle uyumunu bağıra çağıra tartışan ve bu uyduruk sebepten neredeyse
ayrılmanın eşiğine gelen bir çift. Bu sırada açık pencereden gelen sesleri
mecburen dinleyen evsiz bir adam. Toplumsal kontrastlar. Şımarıklık körlükten
mi doğar? Öyleyse körelten nedir? Sadece bencillik mi?
Pianist d’ambiance. Restoranda kendini dekor gibi hisseden bir
piyanist. “On entend ma music, mais on ne l’ecoute pas…”. “Belki müziğimi
duyuyorlar ama dinlemiyorlar…” diyerek içi içini yiyen bir sanatçı. Varoluş hissinin çevrenin tepkisine ihtiyacı var. Sık sık kılık
değiştirerek zihnimizde turlayan bir başka beklenti türü.
Kargo görevlisinin gelen paketi başkasının adına olduğu için
vermemekte diretmesi ama sonunda kargonun adamın 3 yaşındaki çocuğunun adına
gönderilmiş bir doğum günü hediyesi olduğunun ortaya çıkması. Anlayışsızlık
setlerinin örüldüğü mekanikleşen ama bunun da hakkını veremeyen bir sistemin piyonları
arasındaki sistemik iletişimsizlik. Gel de Ken Loach’un son şaheseri “I, Daniel
Blake” filmini hatırlama…
Yine bir başka kasiyer hikayesi. Alışveriş yapan anne kasiyer
kızı göstererek çocuğuna “Bak derslerin iyi olmazsa sen de onun gibi kasiyer
olursun” diyor. Böyle odunluk olur mu! . Hani tüm anneler kutsaldı? Tüm
kadınlar çiçekti? Keşke kötülükten ari gösterdiğimiz “kutsal yalanlar”a
sığınmaktan vazgeçsek. Yeryüzünde Istırabın koynundan daha güvenli bir yer
olamayacağı doğru mudur?
Metroda hırsızlığa karşı dikkatli olun anonsu yapıldıktan sonra
arap gencin etrafının birden boşalması. Senden kaynaklanmayan nedenlerle
etrafının yalnızlaşması. Kinlenmez misin böyle bir durumda çevrendekilere?
Normal değil mi sana bunu yapan topluma karşı tavır alman? Suçlayıcı bir
uzaklaşma da iftiradan ya da psikolojik
şiddetten sayılır mı? Peki tedbir alarak bir nevi suçluluk potansiyeli atfedenler
tamamen haksız sayılabilir mi? Terörün sağ kolu şüphe değil midir?
Göçmenleri sınırdışı eden görevlinin uçakta durumdan haberi
olmayan çocuğun hayallerini dinlerken “Ne yapıyorum lan ben!?” moduna girmesi. İşimizi
yaparken farkında olmadan nelere hizmet ederiz? Birdy filminde üç kuruş para
kazanmak için sokaktaki köpekleri toplayan adama yardım eden gençlerin,
köpeklerin mezbahaya satılıp kesileceğini öğrenince yaşadığı dehşet geliyor
aklıma. Neye hizmet ediyoruz sorusu üzerinde iyi düşünülmeli hayatta.
Son hikayede gençliğini özleyen yaşlı kadın, biraz da farklı
seçimler yapmış olmayı özlüyordu belki de. Albümün başından beri okuyucuya fısıldanan farklı seçimlerin yaratacağı bambaşka bir dünyayı...